29 Ağustos 2012 Çarşamba

Beş Yaşında Okullu Olmak!


Okullar yakında açılacak. Beş yaşında çocuğu olan aileler endişeli. Bir karar vermeleri gerekiyor. Çocuğumu okula göndermeli miyim yoksa göndermemeli miyim? Çocuğu beş buçuk yaşında olanlar ise başka bir karar vermeli: Çocuğumun okula gitmemesi için sağlık raporu almalı mıyım almamalı mıyım?

Özel okullar birer birer açıklamaya başladı, okullarını bu yeni siteme göre nasıl düzenlediklerini. Fiziki şartları iyileştirdiklerini, müfredatı yeniden gözden geçirdiklerini kısaca işi kolaylaştırmak için ellerinden geleni yaptıklarını. Peki ya, Anadolu’nun dört bir yanındaki devlet okulları… Yaş sınırı eski düzenindeyken bile yeterlilik sağlamaktan yoksun ‘devletin okulları’…Onların hangi biri yeterli düzenlemeyi yapabilecek sizce? Hadi ortalama şartlara sahip bir devlet okulunda yaşanabilecek olanları düşünelim. Beş yaşında, kendi yaş grubuna göre normal gelişim gösteren ama kendisiyle arasında neredeyse iki yaş fark olan çocuklarla  aynı sınıfta eğitim görmeye çalışan bir çocuk…Karşısında bu yaş grubuyla tam olarak ne yapacağını bilemeyen bir öğretmen. O da doğal olarak ‘bilemeyen’ kategorisinde çünkü bildiğim kadarıyla her sene öğretmenlerin aldığı iki haftalık seminer dışında fazlaca ek bir eğitimden geçmedi ilkokul öğretmenleri bu yeni sitem için. Yani iki bilinmeyenli bir denklem!

Bu yaş grubunda bir çocuktan sık sık şu sesler duyulacaktır: ‘Öğretmenim çişim geldi’, ‘Öğretmenim acıktım’, ‘Öğretmenim sıkıldım’, ‘Öğretmenim anneme gitmek istiyorum, 'Öğretmenim oyun oynamak istiyorum'. Öğretmenin tüm taleplere tek tek yetişip yetişemediğini bir kenara koyarsak, çocuğun kendi ihtiyaçlarının farkında olması ve kendini ifade edebilmesi sevindirici elbette. Peki her çocuk bu sürece hızlıca adapte olabilecek mi? Birden bire kendinden yaşça büyük birçok çocukla ve her ne kadar esnetildiği söylense de kurallı ve kalabalık bir ortamda kendini ifade edebilecek, ihtiyaçlarını dile getirebilecek mi? Eğer anaokulu tecrübesi de yaşamamışsa anneden, evden ayrılmaya kolayca uyum sağlayabilecek mi? İşler yolunda gitmediğinde öğretmen ne yapacağını bilecek mi? Tuvalete gitmek istediğinde, eğer boyu kendine göre ayarlanmamış bir lavabo ve tuvaletle karşılaşırsa işini kendi başına halledemediğinde yardım isteyecek mi? Sıraya oturduğunda içine gömülecek mi? Yaşı büyük arkadaşlarıyla kendini kıyasladığında yapamadıklarına üzülecek mi? Kendi başına yapamadıklarının sayısı artınca hayal kırıklığı yaşayacak mı? Sırt çantası bedenine, içindekiler taze beynine fazla gelecek mi? Ve en önemlisi bu tecrübe sonraki yıllarda okula ve çevresine karşı tutumunu olumsuz etkileyecek mi?

Çok mu karamsar bir tablo çizdim? Sanmıyorum. Anadolu’nun birçok yerinde devlet okullarının ve öğretmenlerin bu birkaç aylık süre zarfında yeterli hazırlığı yapmış olması mümkün olamayacağına göre yukarda bahsettiğim tablo hiç de abartılı değil. Soruların cevaplarını ise size bırakıyorum.

İşin bir de ‘rapor alma’ kısmı var. Eğer çocuğunuz beş buçuk yaşındaysa, okula başlamak için fiziksel ve psiko-sosyal açıdan yeterli olmadığını gösterecek bir raporunuz varsa başlama yaşını erteleyebiliyorsunuz. Peki, bu raporlar çocuğu etiketlemiyor mu? Çocuk ilerde neler olup bittiğini anladığında ‘ben raporluyum’ ‘sen raporsuzsun’ karmaşası yaratmayacak mı? Aslında kendi yaşlarına ve düzeylerine göre yeterli gelişim içerisindeyken ve yetersiz olan ‘eğitim sistemi’ olduğu halde raporu alan neden çocuklar, bunu anlamak zor.

Peki, beş yaşında eğitim olur mu? Olur. Çok da güzel olur ama bu şekilde alelacele değil. Altyapıyı hazırlayarak, öğretmenleri eğiterek, ebeveynleri hazırlayarak, okul öncesini buna hizmet edecek hale getirerek. Daha önceki yazılarımda bahsettiğim Montessori eğitimi Avrupa’da birçok ülkede ilköğretim düzeyinde veriliyor. Karma yaş grupları bu eğitim sisteminin temel taşlarından birisi. Ama aradaki en büyük fark, bu eğitim siteminin, bu alanda uzman öğretmenlerle, bireysel farklılıklara saygı gösteren, kıyaslanmaya fırsat vermeyen bir ortam sağlaması. Bu ve benzer alternatif eğitimlerle eğitim yaşının aşağıya çekilmesi ve karma bir eğitim anlayışı oluşturulması oldukça faydalı olabilir. Mesele ‘Biz yaptık, oldu’ düşüncesinden uzak sağlıklı ve işlevsel eğitim verebilmek, çocukları deneme tahtasına çevirmemek. Sanırım bu süreçte bekleyip görmekten başka seçeneğimiz yok. Umarım bu eğitim ve öğretim yılı hem çocuklar hem de aileleri için mutlu ve hasarsız geçer.   

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Trabzon Oyun Grubu Güz Programı

Trabzon Oyun Grubu Ekim'de yeniden başlıyor:

0-6 yaş dönemi ilgi ve algının çok açık olduğu bir dönemdir. Çocuk, uygun bir ortam sağlandığında, doğal ve içten gelen bir şekilde hayata hazırlanır, gerekli donanımları kazanır. Kısaca çocuklar için oyun sadece eğlence değil yaşamın ta kendisidir!

Trabzon Oyun Grubu ;
• Çocuğunuzun yaşıtlarıyla bir arada kaliteli zaman geçirmesini,
• Alternatif materyallerle ve uzman psikolog eşliğinde, zihinsel, dil, hareketsel ve duygusal becerilerin gelişimine katkı sağlamayı amaçlıyor.

• Oyun grupları haftada 1 gün ve 1,5 saat olmak üzere, en fazla 6 çocuk ve annelerinden oluşmaktadır.
• Oyun saatinin ilk yarım saati çocuklar kendileri için seçilmiş materyallerle diledikleri gibi zaman geçirerek serbest oyun oynayacaktır. Bu süreç temalı çalışmalarımıza zemin hazırlama ve ısınma sürecidir.

• Sonraki 1 saatte ise haftanın programı uygulanacaktır.

• 28-36 ay ve 3 yaş+ olarak iki ayrı yaş grubu için gruplarımız vardır
Uzm.Psk.Serra Görgün

Güz Programı
1.Hafta- Doğayı Tanıyorum-Mevsimlerden Sonbahar
2.Hafta-RENKli oyunlar oynuyorum
3.Hafta- Atık Malzemeleri Değerlendiriyorum
4.Hafta- Ritim-Müzik çalışmaları yapıyorum: Haftanın Konuğu: Serkan Kırmızı-Davulumdan Masallar; Davulumdan Masallar

; masal anlatıcısının aynı zamanda müzikler yaparak oyunlar yaratması ve bu oyunlara, müziklere çocukların katılmasını amaçlayan bir çalışmadır.
(https://www.facebook.com/
pages/Davulumdan-Masallar/234249196660173)
 5.Hafta:-Sayılar oyunlarımın içinde
6.Hafta- Üçgen-Yuvarlak – Kare şekilleri tanımak şahane
7.Hafta:-Hayvanlar oyunlarımın baş kahramanı
8. Hafta-Alternatif malzemelerle boyama yapıyorum
9.Hafta-Minik parmaklarım çalışıyor
10.Hafta-Hopluyorum, zıplıyorum, yakalıyorum

Ayrıntılı bilgi için: trabzonoyungrubu@yahoo.com'a mail atabilirsiniz.
https://www.facebook.com/pages/Trabzon-Oyun-Grubu/174027646006041

*Bu oluşumu başlatmam için beni yüreklendiren ve programın içeriğine katkıda bulunan sevgili arkadaşım, meslektaşım ve oyun grubu moderatörü Iraz Toros Suman’a https://www.facebook.com/groups/164715057779/ teşekkürü borç bilirim

16 Ağustos 2012 Perşembe

KİŞİSEL GELİŞİM ÇALIŞMASI-‘Kendime Doğru Yolculuk’ Yaşantı Grubu

Kendime Doğru Yolculuk’ Yaşantı Grubu
Kendini ifade edememek, toplum içinde konuşurken heyecanlanmak, gerektiğinde ‘hayır’ diyememek, başkalarıyla sağlıklı iletişim kuramamak, sürekli ‘başkaları ne der’ düşüncesiyle hareket etmek, sesini ve bedenini rahatça kullanamamak, kişinin kendini tanımaması ve dayatılmış davranış kalıplarıyla hareket etmesi sonucunda oluşur.

Bu grup bir psikolog ve bir oyuncu liderliğinde, doğaçlama, rol oynama gibi yaratıcı drama tekniklerinden ve psikolojik yöntemlerden yararlanarak;

Kendi içimizde bütünleştiremediğimiz yanları keşfetmek,
Bedenimizi tanımak ve bize gönderdiği sinyallere anlam vermek,
Bedenimizi hareket ettirmenin yeni yöntemlerini bulmak,
Kalıplaşmış düşünce ve davranışlardan sıyrılıp yaratıcı düşünmeyi öğrenmek,
Kişilerarası iletişimimizde sürekli tekrar eden davranış kalıplarını fark etmek ,
Seçimlerimizi yeniden gözden geçirmek ,
Kendimizi daha iyi ifade edebilmek,
Hayatımızda kaygı yaratan durumları tespit etmek ve üzerinde çalışmak,
‘Şimdi ve burada’ duygu, düşünce ve davranışlarımızı uyumlu hale getirebilmek ve geliştirmek için içsel dünyamıza bir yolculuk fırsatı sunar.

Kısacası “Kendime Doğru Yolculuk Yaşantı Gurubu’ sizi içten ve güvenilir bir ortamda paylaşımda bulunup değişim için bir adım atmaya davet ediyor.

Grup Liderleri:
Serra Görgün, Uzman Psikolog

1979 Trabzon doğumludur. İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü 2003’de bitirdi. Lisans eğitiminin son senesinde İstanbul Tıp Fakültesi’nde ‘Bağımlılık Terapisi’ eğitimi aldı. Aynı sene İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Bağımlılık Polikliniği’nde çalışmaya başladı ve iki sene burada Bağımlılık Danışmanlığı yaptı. 2005’den itibaren Karadeniz Teknik Üniversitesi ‘nde öğrencilere ve personele danışmanlık hizmeti vermektedir. Gestalt Terapi ve Bilişsel Davranışçı Terapi Eğitimlerine katılmış olup danışanlarına bu iki yaklaşımı sentezleyerek destek vermektedir. 2010 yılında K.T.Ü’de Sağlık Psikolojisi Yüksek Lisansı’nı ‘Madde kullanımı ve anne babaya bağlanma biçimleri’ konulu tez çalışmasıyla tamamlamasının yanı sıra 2010-2011 eğitim döneminde K.T.Ü. Hemşirelik Bölümü’nde ders vermiştir. Kasım 2011’den itibaren çocuklara yönelik ‘Trabzon Oyun Grubu’ adı altında gelişimi destekleyici anneli oyun grupları düzenlemektedir. Aynı zamanda K.T.Ü. Engelli Öğrenci Birimi Yönetim Kurulu Üyesidir. www.serragorgun.blogspot.com

Duygu Dokgöz, Tiyatro Oyuncusu
1979 Trabzon doğumludur. Erzurum Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü Oyunculuk Ana Sanat Dalı’nı 2003’ de bitirdi. Lisans eğitimi sırasında Erzurum Devlet Tiyatrosu’nda çeşitli oyunlarda rol aldı. Mezuniyetinden hemen sonra Trabzon Devlet Tiyatrosu’nda ‘sözleşmeli mezun sanatçı’ olarak çalışmaya başladı. 2003–2011 yılları arasında Trabzon Devlet Tiyatrosu’nda toplam 25 oyunda çeşitli rollerde görev aldı. Devlet Tiyatroları’nın 2010 yılında açmış olduğu Sanatçı sınavını kazanarak Trabzon Devlet Tiyatrosu’nda Kadrolu sanatçı olarak çalışmaya başladı. 2004’ den itibaren Trabzon’da çeşitli okullarda, kurum ve kuruluşlarda, Halk Eğitim Merkezi’nde ve Tevfik Serdar Kültür Merkezi’nde Diksiyon ve Drama eğitimi vermektedir.

Katılımcı Sayısı: En fazla 10-12 kişi
Başlangıç tarihi: 3 Ekim 2012, Çarşamba
Süre: 12 hafta, Çarşamba günleri üç saat
Saat: 18.00-21.00
Yer: Trabzon Devlet Tiyatrosu ‘Halil Ayan Salonu’
*Grup yetişkinlere yöneliktir.
**Düzenli katılım beklenmektedir. Katılımcı sayısı sınırlıdır. Katılım için kesin kayıt yaptırılması gerekmektedir.
Ayrıntılı bilgi ve kayıt için:
serragorgun@yahoo.com 0 505 2744636
duygudokgoz@hotmail.com 0 505 5628223

2 Ağustos 2012 Perşembe

Bir Yaz Eğlencesi: Spreyle Boyama

Geçen gün buzla boyama yapmıştık. Bu sefer spreyle boyamayı denedik. Yine bir yaz aktivitesi yine eğlenceli. Daha önce oyun gruplarımızda sprey boyama yapmıştık ama elbette açık havada yapmak daha konforlu. Malzemelerimiz; sprey şişeleri (kozmetikçilerde boş sprey şişeleri bulunabilir. Evdeki bitmiş cam temizleme losyonu şişeleri de aynı işi görüyor), bolca kağıt, boya, su. Ne kadar renk kullanacaksak o kadar şişe olmalı. Biz kırmızı ve sarı kullandık. Boya ve su ölçüsü 1'e 1. Ilık su ve boyayı şişeye koyup iyice karışana kadar çalkalıyoruz. İşte bu kadar:



Sonrası basit bir kaç kere nasıl boyama yapacağını gösterdikten sonra Rüzgar'a şişeleri verdim ve kağıda püskürtmeye başladı. Çocuklar, içinde sadece su bile olsa püskürtmeyi çok seviyorlar. Renkli olması daha da hoşlarına gidiyor.
Aslında ne kadar çok renk olursa o kadar eğlenceli olacaktır. Tek dikkat edilmesi gereken nokta şişelerin ağzının çok sert olmaması ve  kolayca bozulmaması. Bazen en keyifli yerinde bozulabiliyor çünkü. İşte bu da çalışmamızın son hali:

Bir kaç tane de taş boyadık.Püskürtme yoluyla bir çok farklı malzeme boyanabilir. Bu haftalık bu kadar, hoşçakalın.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Bir Yaz Eğlencesi:Buzla Boyama

Araya tatil girdi, bir süredir yazamadım. Tatil maceramız başka bir yazıya ama bu gün bir yaz eğlencesinden bahsedeğim. Yaz geldiğinden beri suya sabuna dokunan :) oyunlar oynuyoruz. Malum havalar çok sıcak. Ne kadar ıslanırsak o kadar iyi. Rüzgar da en çok içinde su olan aktivitelerden hoşlanıyor. Parka gitmek hala ilk sırada onun için ama eğer hava çok sıcak ise 'Çok sıcak, eve gidelim' diyor. Böyle zamanarlarda alternatifler bulmaya çalışıyorum. Hep aklımdaydı ama bugün ilk kez buzla boyamayı denedik. Bol sulu, bol buzlu bir eğlence oldu ikimiz için de. Hem oynadık hem serinledik. Boyama kısmından çok buza dokunmayı sevdi bence. Bu aktivite için ihtiyacımız olan şeyler buz kalıbı, boya ve kağıt. Gıda boyası, su bazlı guaj boya ya da parmak boyası kullanılabilir. Buz kalıbı değişik şekillerde olursa daha çok hoşlarına gidecektir. Bizimki yıldızlıydı.

                Buz kalıbına su koyup bir kaç damla boyayla karıştırdım ve akşamdan buzluğa koydum. Ertesi gün buzların hepsini bir kaba koydum ve Rüzgar'a verdim. Önce hepsine dokundu ve 'çok soğuk' dedi. Bir süre dokunmasına fırsat verdikten sonra bir tane elime alıp kağıdı nasıl boyayabileceğini gösterdim. Sonra O denemek istedi.
                     Hem yaratıcılığını besleyen, hem renklerle temas etmesini sağlayan hem de dokunma duyusuna hitab eden bir çalışma oldu.
    Sonlara doğru farklı renkler ve desenler ortaya çıktı ve kuruduğunda duvara asmak üzere kurumaya bıraktık.
Buzun nasıl eridiğine şahit oldu ve tabiki sonunda suyla oynadı. En çok da bu kısmı sevdi. Yaz günleri için ideal bir aktivite. Anneler, oyun gruplarında zaman zaman temizlik açısından bazı aktiviteleri evde yapmakta zorlanacaklarını söylüyor. Bu çalışma kolaylıkla balkonda, küvette, kumda, bahçede yapılabilir. Sonra da güzel bir banyo iyi gider. İyi eğlenceler.
                  

12 Haziran 2012 Salı

Okul Öncesi Hikaye Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet


Geçen gün kardeşimle çocuk kitapları üzerine konuşuyoruz. Hem oğlumun hem de yeğenimin en sevdiği kitaplardan birisi Pati Yayınları’ndan ‘Oktay’ın Bir Günü’ isimli kitap. Bu serinin birçok kitabını almıştım. Gündelik hayatı anlattığı, somut, anlaşılabilir, canlı resimlerle bezenmiş hikâyeleri olduğu için tercih etmiştim. Ama şimdiye kadar dikkat etmediğim bir konuda kardeşim beni uyardı. ‘Farkında mısın bu kitapta anne kahvaltıyı hazırlıyor, bitince masayı topluyor, yere bir şey dökülünce anne süpürüyor, ben kızıma bunları okumak istemiyorum’ dedi. Açıkçası dikkat etmemiştim o ana kadar. Sonra eve gittiğimde göz attım. Hakikaten ‘toplumsal cinsiyet’ denen şey, yani biyolojik farklılıklardan bağımsız olarak ‘kadına’ ve ‘erkeğe’ toplumun yüklediği rollere uygun davranma, oldukça belirgindi bu kitapta. Sadece bunda değil elbette, bir çok okul öncesi hikaye kitabında. Sonra evdeki kitapları gözden geçirdim ve çoğunun anneyi benzer şekilde sunduğunu gördüm; ‘evi temizleyen, bulaşık, çamaşır v.s. yıkayan, çocukla ilgilenen’, baba ise ‘işe giden, çocuklarla sadece uzaktan ilgilenen ama bakım vermeyen, ev işleriyle ise uzaktan yakından ilgisi olmayan’. Bu benim açımdan neden önemli? Çünkü küçüklükten itibaren defalarca defalarca bu kitapları onlara okuduğumuzda aslında kafalarındaki ‘kadın’ ve ‘erkek’ imajını çoktan şekillendirmiş ve bir rol model sunmuş oluyoruz. Sonradan her ne kadar ev işlerinde paylaşımdan, kadının çalışma hayatındaki yerinden, erkeğin de kendi işini kendisi görebilmesi gerektiğinden bahsetsek de bu fikirlerin benimsemesi zor olabiliyor. O andan sonra alternatif aile modeli sunan kitaplar var mı diye düşünmeye başladım. Var ama ben mi bilmiyorum yoksa ‘toplumsal cinsiyet’ köklü bir şekilde yerleşmiş mi tüm okul öncesi yayınlara? Eğer sizin de bu konuda gözlemleriniz varsa ya da alternatif yayınlar biliyorsanız paylaşır mısınız?

2 Haziran 2012 Cumartesi

Rüzgar artık 2 yaşında!


Bu iki senede çok şey yaşadık birlikte, emek denen şeyi sen doğduktan sonra daha iyi anladım. Sabrı ve karşılık beklemeden sevmeyi de…Bu iki sene nasıl geçmiş diye düşünürken, senin hayatında neler var, nelerden hoşlanıyorsun, nelerden hoşlanmıyorsun bunları yazmaya karar verdim. İşte benim gözümden senin iki yaşın:

-Artık kimseye ihtiyacın olmadan yürüyor, koşuyor, atlıyor zıplıyorsun
- Bedenine hakim olmaya başladıkça güvenin yerine geldi, güvenin yerine geldikçe daha fazlasını denemek istiyorsun.
- Bu aralar favorin koltuktan camın önündeki sandığa çıkmak oradan da pencerenin önüne zıplamak. Dışarıya bakmaya çok heveslisin.
-Seni engellemekten kaçınıyorum ama bir yandan da yüreğimin ağzıma geldiği zamanlar oluyor. Tüm zıplama aktivitelerinden hoşlandığın gibi alışveriş merkezindeki zıplama alanından da çok keyif alıyorsun.  Yatakta zıplamaya da bayılıyorsun.
-Yatakta zıplarken geçenlerde yere düştün, çok ağlamadın ama biraz canın yandı sanırım.
-Birkaç kere de koltukta zıplarken düştün. Yolda koşarken düşmelerini saymıyorum bile :)Neyse ki önemli bir kaza atlatmadın ama artık tehlikeye daha açıksın. Daha cesaretli hareket etmenden memnun olsam da endişe hep yanı başımda bu aralar.
- Bir çok şey için ‘ Ben yapacağım, beni bırak’ diyorsun. Kendi kendine denemen hoşumuza gidiyor ama bazen kendi kendine yapmanın tehlikeli olacağı şeyleri yapmak istiyorsun. Kaynayan suyu dökmek,  makasla yürümek gibi. Eğer yapmayı denediğin şeyi yapamazsan çok sinirlenip 'olmuyor,olmuyor' diye ağlıyorsun.
-Ayakkabılarını çıkartmana ve giymene yardım ediyorum ama çıkarttıktan sonra alıp ayakkabı dolabına son zamanlarda kendin kaldırıyorsun.
-Oyuncaklarını bazen kendin topluyorsun bazen toplamak istemiyorsun.
-Önceleri kaydırak ve salıncağa mesafeliydin. Acaba ne zaman alışacak diye beklerken ve bir yandan teşvik ederken önce salıncağa alıştın ve bugün de ilk defa kendin merdivenlerinden çıkıp kaydıraktan kaymak istedin ve çok keyif aldın. Defalarca kaydın. Sanırım bundan sonra parktan çıkamayacağız :)
- Hayvanları hep çok sevdin. Onlarla temas halinde olmanın ne demek olduğunu bilerek büyüdüğüm için belki de senin de korkmamanı, onların karşılıksız sevgisini görebilmeni istedim. Sen korkma diye böcek, sinek ve kertenkeleye bile sevgi dolu yaklaşmaya çalıştım ve neyse ki sen de bir çok hayvana sevgiyle yaklaşıyor ve onlardan kaçmıyorsun. Bu aralar özellikle kedi gördüğün zaman peşine düşüyor elinle ‘pisi pisi’ diye çağırıyor, gözden kaybolduğu zaman da üzülüyorsun.
- Küçüklüğünden beri kahvaltı en sevdiğin öğün, bu aralar kahvaltını çoğunlukla kendin yapıyorsun. Hele tahin pekmezi çok seviyor, ekmeği batırdıkça ‘çok güzel, çok güzel’ diyorsun.
-Artık yemek istemediğin zaman ‘Doydum, kaldır’ diyorsun.
-Bu aralar ağaçtan meyve kopartarak yemek en büyük zevkin.  Anneannenin bahçesinden topladığın dutları iştahla yiyor ve bitince çok üzülüyorsun. Ellerin ve yüzün kıpkırmızı olana kadar yiyorsun. Yine bahçeden erik ve çilek kopartıp yemeğe bayılıyorsun. Henüz sevmediğin bir meyveye rastlamadım. Sanırım bu yönün babana benziyor.
- Bahçede çiçek sulamayı da çok seviyorsun. Ara sıra çiçekleri seviyor ara sıra da kopartıp bize getiriyorsun. Kopartmaman gerektiğini anlatmaya çalışıyorum ama bir sevip bir kopartmaya devam ediyorsun.
- Son zamanlarda inatlaşmaların arttı. İstediğin bir şey olmadığında seni sakinleştirmek çok zor oluyor. Bazen aynı şeyi defalarca tekrarlıyorsun. O anlar zor geçiyor.
-Bezinle yaşamaktan hala memnunsun. Tuvaletini yapacağın zaman ‘sen git’ diyorsun ve yakınında olmamızı istemiyorsun, bir köşeye gidip yapıyorsun çoğunlukla. Lazımlığa oturmanı teklif ettiğimde kısa bir süre oturup kalkıyorsun.
- Gece uykuların doğduğun zamandan beri hala aynı düzeninde devam ediyor. Çoğunlukla akşamları 8-9 arası uyuyorsun. Gece bazen uyanmıyorsun bazen bir kere uyanıyorsun. Uyandığında mutlaka beni istiyorsun. Gündüz ise bir kere yaklaşık 1 saat uyuyorsun.
-Yeni bir ortama girdiğinde önce bir süre bekliyor, gözlemliyor sonra harekete geçiyorsun. Güneş en çok vakit geçirmekten hoşlandığın arkadaşın. Bu aralar uzakta. Gün içinde defalarca fotoğrafına bakmak istiyorsun.
-Yetişkinlerle vakit geçirmek de hoşuna gidiyor. Yine önce duraklıyor, bir süre bekliyor ve eğer karşındaki sana sıcaklık gösterirse onunla iletişime geçiyorsun.
-Ten teması kurmaktan, sarılmaktan ve öpmekten hoşlanıyorsun genelde. Bu aralar sıklıkla kendiliğinden sarılıyor ve öpüyorsun beni ve seninle ilgilenen kişileri.
-Bu aralar aramızdaki bağ iyice kuvvetlendi. Senin için önemli olduğumu daha çok hissediyorum. Bir yere giderken gitmemden pek hoşlanmıyorsun bazen ‘gitme’ diyorsun ama genelde sorun etmiyorsun.
- Birlikte vakit geçirmekten hoşlanıyoruz.  Parka, yürüyüşe, alışverişe gidiyoruz. Evde aktiviteler yapıyoruz, şarkı söylüyoruz, kitap okuyoruz.
- Kitaplarını tekrar tekrar okutmaktan hoşlanıyorsun. En çok ‘Oktay’ın Bir Günü’ kitabını  ve Meraklı Minik dergilerini okumamı istiyorsun.
-Top oynamayı, balonla oynamayı, uçakları seviyorsun.
-Yeni yeni hayali oyunlar oynamaya başladın. Hayali olarak yemek yapıyorsun. Malzemelerini koyup karıştırıyorsun.Yaptığın yemekleri bize  getiriyorsun. Ne yaptın diye sorunca çoğunlukla 'ıspanak' diyorsun.
- Hayali olarak alışveriş yapmayı da çok seviyorsun. Biz hayali para veriyoruz sen hayali armut veriyorsun. sen para verdiğinde ben armut veririsem, soyup vermemi istiyorsun :)
-Resim yapmaktan çok hoşlanmıyorsun sanki. Müzik dinlemeyi ve orgunu çalmayı seviyorsun. Müzik dinlemek istediğin zaman kendin gidip çalıştırıyorsun.
-Babanla ve diğer aile fertleriyle vakit geçirmekten de çok hoşlanıyorsun. Özellikle babanla aranda çok güzel bir bağ var.
-Ve bu aralar söylenenleri tekrar etmekten çok, kendi cümlelerini kendi değerlendirmelerini oluşturuyorsun. Ama anlamadığım bir dilde konuşmaya da devam ediyorsun hala :) Sorduğun sorular fazlalaştı. Çevrendekileri tanımaya çalışıyorsun.
-Bize 'annesi' ve 'babası' diye seslenmeyi tercih ediyorsun. Bazen de 'Seyyaaa' ve 'Birkan'.
-Durup dururken ‘anne ne güzelsinn’ diyorsun bu aralar, buna bayılıyorum.
-Bugün de ‘Bitaneeem’ diye seslendin ilk kez. Duyduklarım her gün beni şaşırtıyor, duygulandırıyor.
Ve en önemlisi her gün büyüyorsun.  Her gün değişiyorsun ve iyi ki bu değişime tanıklık ediyorum. İyi ki doğdun oğlum, iyi ki varsın….


26 Mayıs 2012 Cumartesi

Ve günlerden bir gün leylek, bir kardeş getirir!


Bu aralar yakın çevremde kardeş çatışmalarına tanık oluyorum. Ailelerin endişelerini ve çıkmazlarını görüyorum. Her ne kadar masallar, leylek bebeği getirir, aile bireyleri onu sevgiyle kucaklar, mutluluk içinde yaşarlar dese de… Çoğunlukla, yeni bir bebek geldiğinde, masallardaki gibi tozpembe bir tablo beklemez ev halkını. Anne baba hem yeni gelen bebek hem de diğer çocuk arasında mekik dokumaya, denge kurmaya çabalar. Biz nerede yanlış yapıyoruz? Neden birbirlerine alışamadılar soruları meşgul eder zihinleri. ‘Galiba kardeşini kıskanıyor’ düşüncesi dile getirilmeye başlanır yavaş yavaş.

Aslında aylar öncesinden birçok evde ‘ağabey/ablayı duruma hazırlama’ egzersizleri yapılır. Annenin karnı büyümeye başladıkça orada bir bebek olduğu anlatılır, büyük çocuk hazırlıklara dahil edilir.  Ama bebek dünyaya geldiğinde evdeki hesap çarşıya uymaz çoğu zaman. Onca çabaya rağmen büyük çocuğun halinde tavrında bir değişiklik, huzursuzluk, bebeği sevme görüntüsünün altında ‘sıkıştırma’ ve daha önce olmayan hırçın davranışlar görülebilir. İşte bu noktada  ‘biz nerde yanlış yaptık’ düşüncesi beliriverir. Biz yetişkin bakış açısıyla aylarca her şeyi anlattığımızı, O’nun da anladığını varsayarız. Hamilelik sürecinde her şey yolundadır çünkü. O’nu seveceğini, beklediğini söylüyordur. Oysa küçük çocuklar, özellikle üç yaş öncesi, somut olarak görmeden, anlam vermekte zorlanırlar. Anne ne kadar anlatırsa anlatsın, hayatlarında nasıl bir değişiklik olacağını, yaşanacak süreci ve özellikle de bebeğin artık geri gitmeyeceğini önceden kestiremezler. Önceleri her şey yolunda görünebilir ama asıl mesele O’nun kalıcı olduğunu anladıkları zaman ortaya çıkar! Artık sevgi ve ilgi bölünecektir, her ihtiyaç duyduklarında anne orada olamayacaktır ve önceden saatlerce oyun arkadaşı olan anne artık zamanı ekonomik kullanmak zorundadır. Bizlerin bile değişiklikler karşısında yaşadığımız tedirginliği düşünecek olursak, tek odak noktası annesi olan bir çocuğun bu yeni düzen karşısında bocalamasını anlamak hiç de zor değildir.

Öncelikle bu sürecin doğal olduğunu kabullenmek ve onların gözünden dünyayı görebilmek gerekir. Çocuğumuz eğer üç yaşından küçükse, çok uzun uzadıya açıklamalar yapmak yerine, kısa ve net açıklamalar yapmak ve kardeşi olan akranlarıyla zaman geçirmesini sağlamak uygun olacaktır. Daha büyük çocuklara ise bunlara ek olarak daha ayrıntılı açıklamalar yapılabilir. Doktor kontrollerine eşlik ettirilebilir, ultrason görüntüleri gösterilebilir, hazırlıklara dahil edilebilir, soru sormasına ve duygularını paylaşmasına fırsat tanınabilir.

Beklenen gün geldiğinde ise, evde bir telaş olacağını düşünecek olursak, öncesinde bu dönem için iyi bir planlama yapmak işe yarayacaktır. Anne hastanedeyken diğer çocukla kimin ilgileneceği, annenin yoğun olduğu ve belki bakıma muhtaç olacağı ilk dönemlerde evde kimin büyük çocukla iletişim halinde olacağı gibi konular önceden planlanırsa büyük çocuk kendini güvende hissedecektir. Aile için en özel anlardan biri belki de, bebekle ilk kez tanışma anıdır. Hasretle beklenen ve çoğunlukla duygu yoğunluğu yaşanan o anda, büyük çocuk da kendi içinde bir bekleyiştedir aslında. Eğer mümkünse O’nu da o ana dahil etmek gerekir. Annenin kucağına bebeği ilk aldığı anda diğer çocuğuyla da ten temasında olması rahatlatıcı olacaktır. Bu süreç her zaman çok kolay atlatılamayabilir elbette.  ‘Anneciğim ben kardeşimi çok seviyorum’ derken bir yandan canını acıtmaya çalışabilir. Bazı çocuklar duygularını saklamadan ‘Ben onu istemiyorum, gitsin’ diyebilirken, bazıları da çevre tarafından uygun görüleceğini bildikleri davranışların altına sığınarak kaygılarını yaşarlar; sarılırken sıkıştırmak, öperken ısırmak, acıtmak gibi. Yaşı büyük olan çocuklarla duygularını konuşmak, endişelerini anlamaya çalışmak uygun olur. Fiziksel olarak zarar verdiğini gördüğümüzde kısa ve net bir açıklamayla o ortamdan uzaklaştırmak ama yaşananlara çok da büyük tepkiler verip olayları daha da büyütmemek gerekir. ‘Sen büyüksün kardeşine ver’  ya da ‘Sen ablasın / ağabeysin böyle yapmak sana yakışmıyor’ tarzı yaklaşımlar istediğimiz gibi sonuç vermeyebilir. Yaşı daha büyük olsa da bu, onun bir çocuk olduğu gerçeğini değiştirmez. Gerçekten paylaşmak istediğinde, gerçekten kardeşine sarılmak istediğinde, gerçekten bize yardım etmek istediğinde yapması bizim zorlamamızla yapmasından çok daha etkili olur. İşin içinde fiziksel bir temas olmadığı sürece taraf tutmamak ve kendi iç düzenlerini oluşturmaları için onlara fırsat vermek gerekir. Uygun ortam sağlandığında bir süre sonra iç dengeyi kuracaklardır. Aslında ihtiyaç duydukları şey çoğu zaman, bizimle eskisi gibi vakit geçirmek ve kendisinin hala bizim için değerli ve önemli olduğunu bilmektir. Çoğu zaman bunu bildiğini varsayarız. Oysa onlar yeniden ve yeniden bunu duymaya ve görmeye ihtiyaç duyarlar. O yüzden tüm zorluğuna rağmen büyük çocukla birebir zaman geçirmeye özen göstermek, paylaşımda bulunmak ona iyi hissettirecektir. Bazen büyük çocuğu memnun etmek için akrabalar ya da aile dostları büyük çocuğun yanında bebek hakkında olumsuz konuşmayı seçerler. Bu tür konuşmalar aralarındaki rekabeti arttırmaktan ve çatışmayı körüklemekten başka bir şeye yaramaz diye düşünüyorum.

Tüm diğer duygular gibi kıskançlık duygusu da doğal ve insana özgüdür. Biz yetişkinler toplumsal kurallarla kıskançlığımızı bastırmayı ya da baş etmeyi öğreniyoruz. Çocuklar ise bu duyguyla baş etmekte zorlanabiliyorlar. Hissettiklerinin doğal olduğunu fark edip onlara duygularını ifade etme şansı tanıdığımızda, duygularıyla uygun şekilde baş etme yollarını gösterdiğimizde bu süreç çok daha kolay atlatılacak ve yıllar sürecek beraberliğin tohumları sağlam atılacaktır. Aslında sadece onların gözünden dünyaya bakabilmek ve ihtiyaçlarını görebilmek bile çok şey değiştirir. Tüm bu olumsuz davranışlarla ne istiyor, ne anlatmaya çalışıyor olabilir diye bakabildiğimizde çözüme daha yaklaşmış oluruz.

29 Nisan 2012 Pazar

Yemeği eğlenceli hale getirmek için...



Çocuklar her zaman iştahla yemek yemiyor.Bu aralar oğlum hasta  ve iştahı oldukça kapalı olduğu için belki de, bu blog  ilgimi çekti..Çocuklarla yapılabilecek eğlenceli aktiviteler ve keyifli öğünler için ilgi çekici fikirler var. Biraz emek ve yaratıcılık istiyor.Karşınızda,kahvaltı ve ara öğünleri sanata dönüştüren bir annenin sanat eserleri:

bento147Funfoodfriday90
DSC_0502 copy-2-cs3-blog


bento148




3 Nisan 2012 Salı

Eyvah! İki Yaş Sendromu!

Birkaç gün önce evde Rüzgar’la, koltukta oturuyoruz. Benden süt istedi. Bazen ilgiyi üzerine çekmek istediğinde bazen de gerçekten süt istediğinde yaptığı gibi…Ben ikinci seçeneğin geçerli olduğunu varsayıp, ‘Tamam annecim, sen otur ben sana getiriyorum şimdi’ dedim. Mutfağa gidip bir bardak süt getirdim. Sütü alır almaz ve gözlerimin içine baka baka bir bardak sütü koltuğa boca etti. O anda siz olsanız neler hissederdiniz bilmiyorum ama ben bir alev topunun ayaklarımdan başıma kadar çıktığını hissettim. Saniyeler içinde, tepki vermekle vermemek arasında bocaladım. Sadece ‘Ben peçete almaya gidiyorum’ deyip kendimi mutfağa attığımı hatırlıyorum. Peçeteyi alıp geri geldiğimde biraz sakinleşmiştim, Rüzgar ise yere inmiş başka şeylerle ilgilenmeye çoktan başlamıştı. Yaptığının hoşuma gitmediğinin farkındaydı bunu sessizliğinden anladım. ‘Gel birlikte temizleyelim’ dedim, bir şeyleri silmek bu aralar en favori eylemlerinden olduğu için hemen katıldı. O silerken, ben içimden bu ve bunun benzeri olayların sıklıkla tekrarlanacağı iki yaş sendromuna hoş geldin Serra diyordum!

Nedir bu iki yaş sendromu? Bazı çocuklarda iki yaşından bir süre önce bazılarında ise bir süre sonra ama çoğunlukla iki yaş civarında görülen, çoğu zaman ergenlik dönemine benzetilen, çocuğun inatlaşmaları, tutturmaları ve sınırları zorlamalarıyla şekillenen bir dönem. Ergenlik dönemini nasıl birbirimizden farklı geçiriyorsak, çocukların bazıları bu dönemi daha sakin bazıları daha hareketli geçirebiliyor ama hepsi, sağlıklı gelişimin bir parçası olarak, bir şekilde bu dönemde kendini ortaya koymaya çalışıyor. ‘Ben buradayım’ ,‘Gücümü fark edin’ diyorlar aslında tüm bu yeni davranış şekilleriyle. Fiziksel olarak da kendini daha güçlü ve yeterli hisseden çocuk, gücünün farkına vararak, birçok şeyi kendisi denemek ve yapmak istiyor. ‘Bırak ben kendim yerim’,’Ben giyeceğim/giymeyeceğim’, ‘Ben alırım, tutarım, giderim’. İşin özü: ‘Ben her şeyi yaparım.’ Ebeveynler için ise kaygılı bir süreç başlıyor. O zamana kadar her şeyi bizden bekleyen çocuğumuz birden bire ‘Gölgelerin gücü adınaaaa, güççç bende artık’ kıvamında etrafta dolaşmaya başlıyor. Aslında neleri yapıp yapamayacaklarını ve bizim nelere tepki verip vermeyeceğimizi test etmeye çalışıyorlar. ‘Gücüm neye yetiyor?’, ‘Annem-babam her şeye rağmen beni sevecek ve benimseyecek mi?’.

Peki, biz neler yapıyoruz? Öncelikle kafamız karışıyor, ne yapacağımızı bilemiyoruz. Öyle ya, karşımızda, elindekini birden bire yere boşaltabilen, uyumaya, yemeye direnç gösterebilen, bizimle inatlaşan bir çocuk var artık. Oysa bizim kafamız karıştıkça, onlar sınırları zorluyorlar. Tutarlı olmak, hayır dediğimize sonra evet dememek ve gerçekten gerektiği zaman ‘hayır’ demek işi kolaylaştırabilir. Gerçekten neler ‘hayır’ gerektirir? Dünyanın her yerinde tüm ebeveynlerin uygun görmeyeceği şeyler: Elinde bıçakla koşmak, pirize elini sokmak, pencereden aşağıya sarkmak, birini dövmek ya da birine fiziksel zarar vermek v.b. Bu tür davranışlar dışında kalan birçok şey ise aslında ‘keyfi hayır’lar. Evet, kitaplığımızdaki kitapların bir anda aşağıya çekilmesinden, koltuğumuzun üzerine bir bardak süt dökülmesinden, duvarlarımızın kalemle boyanmasından hoşlanmayabiliriz. Ama her hoşumuza gitmeyene hayır diyerek, gerçekten işe yarayacak zamanlardaki hayırları tüketmiş ve geçersiz kılmış oluyoruz. Bunun yerine, ‘hayır’ demeye fırsat vermeyecek bir çevre düzenlemesi işe yarayabilir. Çocuğumuzun duvarları çizme ihtiyacı mı var, o zaman boydan boya uzanan bir kağıdı duvara yapıştırmak; bir şeyleri yere dökmeye ihtiyacı mı var, o zaman kaptan kaba boşaltma, aktarma oyunları organize etmek iyi gelebilir. Her şeye rağmen sınırları zorluyor ve hoşumuza gitmeyen şeyler mi oluyor o zaman güç savaşına, söz düellosuna girmeden, alıp o ortamdan uzaklaştırmak ve görmezden gelmek gerekir. Evet, evet görmezden gelmek. Gözümüzün içine baka baka hiç olmadık bir şeyi yaptığında görmezden gelmek zor olsa da, mücadeleye girmekten çok daha etkilidir. Mücadeleye girmek, tepki vermek aslında onların gözünde ‘sana ilgi gösteriyorum’ demektir. Eğer bir çocuk yaptığı davranış karşısında ilgi görüyorsa ne yapar? Elbette yaptığı davranışı sürdürür. Tepki almamak, yok sayılmak ise hiçbir çocuğun hoşuna gitmeyecektir. Üst üste denemelerle, yaptığı olumsuz davranışa tepki almadığında vazgeçme ihtimali daha yüksek olmaz mı sizce? Aslında olayları çığırından çıkaran öfke patlamalarına sebep olan şey çoğunlukla anne babalar ya da büyükler arasındaki fikir ve davranış farkları, tutarsızlıklar. Herkesten aynı tepkiyi ( ya da tepkisizliği)  gören çocuk bir zaman sonra nasıl davranması gerektiğini fark edecektir. Bir an önce kuralları öğrensin, nerede ne yapacağını bilsin, sınırları zorlamasın istiyor olabiliriz ama kötü bir haberim var, bu dönem bu saydıklarım için pek uygun bir dönem değil.

Aslında işin özü sabredebilmek, iplerin kopmaya en yakın durduğu noktada soğukkanlı olabilmek, olamayacağımızı hissettiğimizde bir başkasından yardım istemek, mola vermek ve bu sürecin gelişimin doğal bir parçası olduğun farkında olabilmek. Bizim üstün mücadelemiz sonucu bastırılan, korkutulan, kurallarımıza harfiyen uydurduğumuz bir çocukla da karşılaşabiliriz ama bu dönem özerklik ve kendini ortaya koymak adına bulunmaz bir fırsat. Bu fırsatı doğru değerlendirmek iyi olmaz mı?

24 Mart 2012 Cumartesi

Çocuk Gelişimi Seminerleri-2 ‘Çocuklarda Sağlıklı Beslenme ve Uyku Alışkanlıkları’


Yeniden bir seminer duyurusu yapıyor olmaktan dolayı heyecanlıyım. Üstelik bu kez heyecanım daha fazla çünkü sevgili Hilal’in ‘Çocuk Gelişimi Seminerleri’ adı altında verdiği ilk seminerden sonra, seminer serisinin ikincisiyle ama benim vereceğim ilk seminerle karşınızda olacağım. Uzun zamandır paylaşmak istediğim iki konuyu sizlerle paylaşacağım. İşte duyurusu:

Çocuk Gelişimi Seminerleri-2
‘Çocuklarda Sağlıklı Beslenme ve Uyku Alışkanlıkları’
Doğumdan itibaren ebeveynlerin kafasını en çok kurcalayan iki konu beslenme ve uyku düzenidir. Çocuğumuzun ne kadar yemek yediği, neleri yemesi gerektiği, neden yemediği, nasıl uyuması gerektiği, bazen neden daha az uyuduğu, gece uykularındaki düzensizlikler kafamızı meşgul eder.
Peşinden koşturmadan yedirmenin uygun bir yolu yok mu?, Neden yemeye karşı dirençli? Yemek seçme hakkı olmalı mı? Hem onu hem kendimizi yormadan beslenme düzeni oluşturabilir miyiz?
Ne kadar uyumalı? Uykuları neden düzensiz? Neden bazen daha az uyuyor? Gece uykuları için bir rutin nasıl oluşturabilirim? sorularına cevap aramak ve başka anne-babaların deneyimlerini paylaşmak için Uzman Psikolog Serra Görgün’ün konuşmacı olduğu  ‘Çocuklarda Sağlıklı Beslenme ve Uyku Alışkanlıkları’ adlı seminere davetlisiniz.

Tarih:
15 Nisan 2012,Pazar
13.30-16.00
Yer:
Tevfik Serdar Kültür Merkezi
Maraş cad.No:14 (Eski Merkez Bankası binası) Trabzon
            Kayıt ve bilgi almak için:
      0 462 3213242 serragorgun@yahoo.com
        
 * Katılım kontenjanla sınırlıdır;  kayıt yaptırmak zorunludur.
**Kayıtlar Tevfik Serdar Kültür Merkezi tarafından alınmaktadır.

Serra Görgün, Uzman Psikolog
1979 Trabzon doğumludur. İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü 2003’de ‘bitirdi. Lisans eğitiminin son senesinde İstanbul Tıp Fakültesi’nde ‘Bağımlılık Terapisi’ eğitimi aldı. Aynı sene İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Bağımlılık Polikliniği’nde çalışmaya başladı ve iki sene burada Bağımlılık Danışmanlığı yaptı. 2005’den itibaren Karadeniz Teknik Üniversitesi ‘nde öğrencilere ve personele danışmanlık hizmeti vermektedir. 2010 yılında K.T.Ü’de Sağlık Psikolojisi Yüksek Lisans’ını ‘Madde kullanımı ve anne babaya bağlanma biçimleri’ konulu tez çalışmasıyla tamamlamasının yanı sırsa 2010-2011 eğitim döneminde K.T.Ü. Hemşirelik Bölümü’nde ders vermiştir. Kasım 2011’den itibaren çocuklara yönelik ‘Trabzon Oyun Grubu’ adı altında gelişimi destekleyici anneli oyun grupları düzenlemektedir. Aynı zamanda K.T.Ü. Engelli Öğrenci Birimi’nde çalışmalarını sürdürmektedir. Evli ve bir çocuk annesidir.www.serragorgun.blogspot.com

2 Mart 2012 Cuma

Anneyim Öyleyse Mükemmel Olmalıyım!

‘Anne dediğin her şeye yetişmeye çalışır’,’Süper güçtür anne, yemez yedirir, giymez giydirir’. Annelikle ilgili kafamızda ne çok imaj var değil mi? Henüz daha çocukken evcilikte ‘annecilik’ oynarken, kız çocuklarının neler yaptığını gözünüzün önüne getirmeye çalışın: yemek yapar, bebeği pışpışlar, yıkar, uyutur. Hayatın provasıdır aslında yaptıkları. Annelerini gözlemlerken ‘kadın olmaya, anne olmaya’ dair zihinlerine kazıdıklarıdır.

Evlenince, bir de çoluk çocuğa karışınca, evcilik oynarken taklit edilen davranışlar bir bir gerçeğe dönüşür. Dönüşür dönüşmesine de gerçek hayat evcilik oynamak gibi değildir. Gerçek hayatta oyun bitince herkes evine dağılmaz, bebekler bir kenara bırakılmaz, hayali yemekler dökülmez. Her gün yeniden ve yeniden aynı tempo devam eder, tüm gerçekliğiyle…

Henüz yeni anne olmuş bir kadın hassastır, alıngandır, hormonlar tepetaklak olmuştur. Kendini tüm evin sorumluluğunu alacak gibi hissetmiyordur belki de. Oysa hamilelik döneminde pompalanan düşünceler tam tersidir: ‘Annelik mükemmel bir duygu’, ‘Bebeğini öyle seveceksin ki dünyadaki hiçbir duyguya benzemeyecek’ ‘Kucağına aldığında tüm sıkıntıların dinecek.’Her ne kadar bu duyguların kişiden kişiye değiştiğini, doğum sonrası hassas bir dönem yaşanabileceğini hatta bunun doğum sonrası depresyona kadar gidebileceğini bilsem de, anne olduğumda bu duyguları hemen yaşayamadığım, ‘kucağıma aldığım anda tüm sıkıntılarım dinmediği’ için kendimi ne kadar kötü hissettiğimi hatırlıyorum. Sıkıntılarım dinememişti çünkü zor bir doğumdan sonra, günlerce yoğun ağrılar duydum. Hissettiğim acı, bebeğime odaklanmamı güçleştiriyordu. Çevremden ise şunu duyuyordum ‘Haydi toparlan artık.’İyi niyetle söylenen bu söz beni daha da zorluyordu. Söylenen ve bilinenlerin aksine birçok kadının benzer şeyler yaşadığını biliyorum.

Bebeğe duyulan sevgi, kurulan bağ düşünülenin aksine bir anda değil çoğunlukla zamanla oluşur. Paylaşımlar arttıkça, hormonlar yatıştıkça, acılar dindikçe….Eğer bu süreçte yardım eden birileri, paylaşımda bulunabileceğiniz bir eş varsa hayat daha da kolaylaşır. Her şeyi ben yapmalıyım, hem işe hem eve hem diğer çocuklara yetişmeliyim düşüncesi bir zaman sonra içinden çıkılmaz bir hale sokar kadını. Tükenmişlik duygusu içinde her şeyi yapmaya çalışırken, hiçbir şey yapmak istemez halde bulabilirsiniz kendinizi. Bir de bu düşünceye eşlik eden beden ağrıları varsa, bir şeyler kötü gidiyor, bir yerlerde bir yanlış var demektir.

İş o noktaya gelmeden önce iyi bir planlama yapmak işe yarayabilir. Gerektiğinde yardım istemek, yapılması gerekenleri bir sıraya koymak, gerçekten gerekli olanlara öncelik vermek iyi olacaktır. Bırakın arada dağınık kalsın eviniz. Gerçekten ihtiyacınız dinlenmek ve belki de bir kahve eşliğinde film izlemek ve yeniden şarj olmaksa, hislerinize kulak verin. Çocuklar ‘mükemmel’ değil, kendilerine güler yüzle yaklaşan, huzurlu anneler görmeyi tercih ederler, emin olun.





1 Şubat 2012 Çarşamba

Pazartesiden Cumartesiyi Bekleyenler!

Hayatı erteleyenlerden bahsediyorum. ‘O anı’ yaşamak yerine hep bir sonrasını bekleyenlerden. Evet, evet içimizden birilerinden ….Hiç düşündünüz mü, çevremde kaç kişi işini severek yapıyor diye. Hadi, boş verin başkalarını kendinize bir bakın. Ayağım geri geri mi gidiyor işe giderken yoksa keyifle mi gidiyorum? Saatleri mi sayıyorum yoksa saatlerin keyfine mi varıyorum. Gözüm hep masa üstündeki takvimde tatil günlerine mi odaklı, yoksa yaşadığım günde miyim? İçinizden ‘kim beklemez tatili’ dediğinizi duyar gibiyim. Hayır, benim bahsettiğim o değil. Tatilleri sevenlerden değil, işini sevmeyenlerden bahsediyorum…Her pazartesi güne, bu gün ne zaman bitecek, ne zaman cuma gelecek diye başlayanlardan, ‘anı’ yaşamayanlardan, yaşadıkları günden keyif almayanlardan, boşa geçirilen hayatlardan…Neden mi boşa geçirilen? Kabaca bir hesapla insan ömrünün ortalama 8000 günü işte geçiyor. Düşünsenize işini sevmeyen biri bu 8000 günü, bu gün ne zaman bitecek diye karşılıyor. 8000 günü çöpe gidiyor. İnsan ömrü, günlerini çöpe atacak kadar uzun mu?

İşim üniversite öğrencileriyle sık sık bir arada olma fırsatı sunduğu için, onların üniversiteye giriş sürecini dinleme fırsatım oluyor. Duyduklarım pek iç açıcı değil ne yazık ki. Çoğu ya aile ya hoca yönlendirmesiyle bölümlerini seçmişler.  Ya da piyangodan ne çıkarsa yöntemiyle. Elbette, piyangodan her zaman büyük ikramiye çıkmıyor. Oysa o an verdikleri karar, hayatlarının büyük bir bölümünü etkileyecek olan mesleklerini seçmeye yönelik.  Bir başkasının senin üzerinde seçim hakkı olamayacak kadar önemli değil mi? Üniversite sınav sistemindeki çarpıklıklardan bahsetmeyeceğim burada. Mesele var olan şartlara göre seçimler yapabilmek. Seçimler yapabilmek için ailenin seçimlerine saygı duyduğu bir ortamda yetişmek gerekir elbette, seçim yapabilir bir insan olabilmek için seçimlerinin farkında olmak da. Neden bu bölüm diye sorun üniversiteye hazırlananlara. Gerçekten kaç kişi seçtiği ( ya da kendisi için seçilen) bölümü gerçekten tanıyor? Kaç kişi ne istediğini gerçekten biliyor? Şimdinin mutsuz üniversite öğrencileri, geleceğin mutsuz çalışanları olacak belki de.

Üniversiteye girerken yaptıkları yanlış seçime rağmen hayatlarını istedikleri gibi yönlendirebileceklerini günün birinde fark eden iki kişiden bahsedeceğim size. İlki Ayşegül Köksal, lise arkadaşım. İçinde hep bir cevher olan, yaratıcılık kanında olan, ama yıllarca bunu görmezden gelen arkadaşım. Üniversitede işletme okuyor. Okurken kendisine uygun olup olmadığını hissediyor mu bilmiyorum. Ama belli ki bir gün fark ediyor. Bir süre evde oturduktan ve birkaç kendine uygun olmayan iş deneyiminden sonra, asıl isteğinin moda olduğuna karar veriyor. Ya da hep istediği şeyi ortaya çıkarıyor diyelim. Otuz yaşından ve bir çocuktan sonra, moda üzerine eğitim alıyor. Gönülden sevdiği için mutlu oluyor. Mutlu olduğu için de üretiyor. Yasemin Öğün ile birlikte Mybestfriends adıyla kendi markalarını yaratıyorlar. Ve gözleri ışıldıyor, tüm sevdiği işi yapanlar gibi. İkincisi Gülçin Eren. Onun hikâyesine daha yakından tanığım çünkü aynı üniversitede okuduk. O da Uluslararası Finans’ı ‘ismi havalı’ geldiği için okuyor. Okurken kendine uygun olmadığının hep farkında. Hep mimar olmak istiyor. Olanlara gıpta ediyor. Birkaç mutsuz iş deneyiminden, iki çocuktan ve otuzundan sonra mimarlık okumaya başlıyor. Henüz yolun başında ama hep istediği şeyi yapmanın huzurunda.

Belli bir yaştan sonra hayatının yönünü değiştirmeye karar vermek kolay mı? Değil. Riskli mi? Evet. Zaten risk almaya cesareti olmaktır asıl mesele. Bahsettiğim risk öleceğini bile bile uçurumdan aşağıya atlamak değil elbette. Başka seçeneklerin de olabileceğini, seçtiğin hayatı değiştirme şansının ancak kendi elinde olabileceğini fark etmek.  Bazen seçtiğin yolda tökezlemeyi, birilerini arkanda bırakmayı, yorulmayı göze almak. Hiç kimse gelip ‘Biz bu hayatı senin için değiştirdik, şartlarını iyileştirdik, al buyur’ demeyecek. Eğer gerçekten istiyorsan hayatını ancak sen değiştirebilirsin. Risk almaya zorlanan insanları gözlemlediniz mi hiç? Hep bir bahaneleri vardır: ‘Hayat şartları bunu gerektirdi’ ,‘Babam zorladı’ ,‘Eşim izin vermedi’, ‘Ama çocuklar var’. Bahaneler ortadan kalkarsa kendi seçimleriyle ve sorumluluklarıyla yüzleşmek zorunda kalacakları için kolay olanı yaparlar: başkasını suçlamak. Seçim yapmak, karar vermek aynı zamanda kararından sorumlu olmak demektir çünkü. Bazen okumak değil, okulu bırakmaktır belki de gerçekten istediğin. Geçen gün şarkıcı Murat Boz’un röportajını okudum. Şöyle diyordu: ‘Özel bir üniversitede burslu okuyordum. Babam diploma diye tutturmuştu. Bursumun kesilmemesi için her sınavdan en az 80 almam lâzım, devam zorunluluğu var. Cebimde beş kuruş para yok. O dönem Tarkan’la çalışıyordum. Turneye çıkacaktık. Bir ay okulu asmam lazım ki bu imkânsız. Bir karar vermem gerekiyordu. Risk aldım. Okulu bıraktım. O şans burada olmamı sağladı.’

Mesele kendi doğrunu bulabilmektir. Mutsuz ve üniversite mezunu olmak yerine belki de mutlu ve mezun olmamak, bazen yeniden okumak, bazen işi bırakmak, bazen şehir değiştirmek bazen de iş değiştirmek… Ama önce değişimi istemektir. Evet, korkutucu ve zor olabilir bu süreç ama hiçbiri sevmediğin bir işi yapmak, sevmediğin bir hayatı yaşamak,  pazartesiden cumartesiyi beklemek kadar zor değil.







Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...